Sallanan Sandalye

Bilmem ki nereden başlamalı anlatmaya? Çok da uzaktan değil, aslında yakın bir yerlerden geliyor sesim. Yılların gıcırdattığı şu sallanan sandalyenin arka ayağından sesleniyorum. Nereden geldiğimi, miladımı sorarsanız cevaplayamam. Zira; pek anımsayamıyorum o zamanları. Salonun en güzel köşesine kurulduğum vakti hesaba dökmeye kalkarsak, demirbaş sözü bile hafif kalır. Tabir-i caizse bu evin köşe başıyım ben.

Seneler var ki Baki Bey’in hoşsohbetine ortak olurum kıyısından köşesinden. Üzerime kurulup, ev ahalisini karşısına dizdi mi daha bir baba daha bir efendi kesiliverir Baki Bey. Baki Bey kim mi? Hakim emeklisi, huysuz bir ihtiyar… İyi adamdır aslında, kötülemek istemem. Lakin; laf aramızda biraz sinirlidir. Yıllar yılı adalet terazisini dengede tutmaya çalışmaktan olsa gerek, biraz da mükemmellik peşindedir. Ona göre her şey nizam ve intizam içinde olmalıdır. Olmadı mı gözü kimseyi görmez, kıyameti koparır. Oğlu Ahmet’in evden ayrılışı da böyle bir kıyametin sonucuydu aslında.

— “ Ne demek canım? Koskoca Hakim Baki Sönmez’in oğlu sokaklarda resim çiziyor mu desinler? Hangi akla hizmet tıbbiyeyi bıraktıysa o akılla doyursun karnını. Benden ona kuruş işlemez artık! Ha ille de Ahmet diyeniniz varsa, hiç durmasın! Kapı orda, peşi sıra gidebilir! Kimseyi zorla tutacak değilim.”

“ Hoşsohbetlik bu adamın neresinde?” diye sorarsanız, bir bardak suda koparılan fırtınalardan arta kalan zamanda, bilhassa on bir çeyrek kahve keyfinde saklı derim.

Baki Bey’in huysuzluğunun okkalı payı karısı Sevinç Hanım’ın nasibine düşer. Kocasının yüksek sesle homurdandığını duyar duymaz mutfağa sıvışıverir kadıncağız. Eline bir tabak iki kaşık alıp, mutfağa ve evin orta hizmetine bakan Zeynep’e yardım etmeye başlar. Ta ki Baki Bey durulup, yukardan sesleninceye kadar:

— “ Sevinç Hanım, kahvem hazır değil mi hala?”

— “ Getiriyorum Baki Bey!”

Zeynep’e dönüp:

— “ İyi iyi, bak nasıl da sakinlemiş. Hakim Efendi köpürdü mü ayak altında dolaşmayacaksın. Ben bunu bilir, bunu söylerim.”

Yaşının ağırlığını bastırır bir genç kız edasıyla kıkırdar; taşmak üzere olan kahveyi ocaktan alıp fincanlara doldurur, yukarı seğirtir.

Sade kahveler içilirken koyulan sohbete çomak sokar Baki Bey:

— “ Bugün de mi aramadı damat bey? Hani Tarık’ı bize göndereceklerdi bu hafta sonu? Aynı şehirde, torunumuza hasret ölüp gideceğiz o olacak!”

— “Allah esirgesin Baki Bey, o nasıl laf öyle? Çocuğun kursu mu ne varmış, ondan getirmemişler.”

— “ Onu da kendilerine benzetecekler. Kaç kere söyledim eline bir kitap verin şu çocuğun, okusun diye. Okumaktan bihaber büyüyor. Varsa yoksa o bilgisayar denen zıkkım!”

— “ Tamam bey, ben ararım bugün, getirirler çocuğu haftaya. Sen sinirlenme, bak kalbin var. Azıcık dikkat etsen kendine, ne olur?

— “ Ne oldu hanım? Gençken böyle demiyordun. Hani bu sert hallerime tutulmuştun, yalan mı?”

— “ Toyluk işte… Böyle çekilmez bir adam olacağını bilsem, hiç evlenir miydim seninle?”

Kahve keyfinin ardından tatlı bir rehavet sarar Hakim Bey’i. Sallana sallana öğlen şekerlemesinin kollarına bırakır kendini. İkindi vakti ağırdan bahçeye doğru yollanır; Bahçıvan Ziya’yı yanına çağırıp, uzun uzun nasihat eder. Neredeyse her gün aynı tembihler…

— “ Bak oğlum, kaç defa söyledim sana. Öğle sıcağına bırakma şu sulama işini. Kavruluyor gülün kökü. Sonra ne tomurcukta iş kalıyor, ne yaprakta. İki gün sonra büzülüp kuruyor zavallıcıklar. Sabah sula, olmadı akşam serinine bırak bari.”

— “ Peki beyim, siz nasıl derseniz.”

Akşam vakitleri de başka bir keyiftir Baki Bey’e. Çalışma odasındaki koca kitaplığa gider; rafların birinden kavradığı bir kitabı çeker, alır. Kitabın tozunu üfleye üfleye geri gelir; kurulur üzerime. Yakın gözlüğünü takıp, dalar kelimelerin arasına. Zaman zaman homurdanır, zaman zaman da hınzırca güler bıyık altından. Gülmek demişken, ağladığına da şahit olan yoktur Baki Bey’in. Yalnız; bir sabah Sevinç Hanım sofrayı toplarken Zeynep’e anlatıyordu usul usul:

— “ Odadan bir çıktı ki; gözleri kan çanağı. Ne oldu diye sormaya kalmadı; başını yastığa vurduğuyla döndü, yattı. Belli etmiyor ama çok üzüldü Ahmet’in gitmesine. Ah haşarı oğlum, yapılacak iş miydi bu?”

— “Gelse özür dilese; affeder belki. Evlat bu…”

— “Bilmem ki Zeynep, ama inatçıdır Baki Bey. Rahmetli kayınvalidem: ‘Benim oğlanda katır inadı var’ derdi”

— “ O da az çekmemiş belli ki…”

Ahmet’in gelip gelmediğini mi merak etiniz? Durun da anlatayım:

Ahmet, bir bayram sabahı kolunda karısı kucaklarında bir kız bebekle çıkagelince yelkenleri suya indirdi Hakim Bey. Küslük, kırgınlık, tıbbiye uçup gidiverdi aklından. Bebeği kucaklayıp koca koca kahkahalar atmaya başladı.

— “ Gördün mü Sevinç Hanım, nasıl da bana benziyor. Şu burna bir bak, aynı ben!

— “Yok daha neler! Belli ki küçük olacak burnu, baksana!

— “Benim burnum büyük mü ki?”

— “İlahi Baki Bey! Hani kırk yıllık kocam olmasan…”

Daha ne anlatayım, çenem düştü yine. Aman diyeyim, aramızda kalsın söylediklerim. Baki Bey’in kulağına giderse; yıllardır yaptığı keyfi, emektarlığımı unutur, atıverir camdan beni.

— “ Sevinç, şu benim sallanan sandalyeye diyorum; iyice eskidi, boyuna gıcırdıyor. Her lafıma bir muhalefet, ne desem huysuz yaşlılar gibi homurdanıyor sanki!”

— “ Mal sahibine çekmezse haram olur, derler bey!”

— “Siz huysuz görmemişsiniz. Şeker gibi adamım da kıymet bilen yok. Neyse, söyle Ziya’ya da indirsin şunu aşağıya. Çöpe mi çıkarır, kırar sobada mı yakar; ne yaparsa yapsın. Yapsın da kurtulayım şu huysuz gıcırtıdan.

— Evrim EGE, 2010

Yorum Gönder