“Şairin hayatı şiire dahil”

Şiir, düşünceyi mümkün olduğunca az sözcükle ifade etme sanatı olarak tanımlanabilir. İyi şair -çoklarına göre- bir sözcüğe bin anlam yükleyebilen şairdir.

O bir tek sözcük, yazılmamış binlerce sözcüğün yükünü taşır. Sözcükleri bu denli özlü kullanabilen ender şairlerden biridir Cemal Süreya. Şiirin dil örgüsünü, sözcük düzeyine indirgemeden, şiirin bütünlüğünü bozmadan yeni ve sihirli sözcükler üretir. Kendi deyimi ile “dilde yangın çıkarır.” Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk şair kuşağındandır Süreya. İlk ve orta öğrenimde Arapça ve Farsça yerine batı diliyle karşılaşmış, yazmayı Latin harfleriyle öğrenmiş, arı Türkçe sözcüklerle yazmaya, konuşmaya alışmış, Osmanlının sarsılan çatlayan egemenliğinin dışında tedirgin bir kültürle dünyaya bakmaya çalışmış talihsiz ama dayanıklı bir kuşak olan 30 doğumlulardandır. Bir bakıma yetim, bir bakıma yeni toplumun ilk tohumları…

Cemal Süreya, “şairin hayatı şiire dahil” derken, kendi hayatıyla ilgili belki de en isabetli tanımı yapar. Onun yaşamına ilişkin her şey bir yerden şiirine bağlanır. O şiir dolu hayatın başladığı yer Dersim’dir. Doğduğu şehre dair pek bir şey hatırlamaz Cemal Süreya. Hatırındakilerin ona anlatılanların hayalindeki izdüşümleri olduğunu söyler. “Doğduğum şehri hiç tanımıyorum. Daha doğrusu benim, sadece kendime ait bir anım yok bu şehirle ilgili. Hayal meyal babaannemlerin bahçe içindeki büyük evlerini, geniş mutfaktaki kuzineyi, maltızı  ve bahçedeki dut ağacını anımsıyorum. Bir de bizim evin karşısında büyük bir ev vardı. O evde de Perihan diye bir kız. Zaten onun yüzünden kız kardeşime Perihan adını koydum. Evet, ben koydum. Ailede tek erkek çocuktum. Prens gibiydim, el üstünde tutulurdum.”

1938 yılında dersim olayları aile yaşamlarını alt üst eder nereye gideceklerini bilmeden vagonlara yüklenirler ve bir gece yarısı Bilecik istasyonuna indirilirler. 20 yıl Bilecik’ten çıkmaları yasaklanır. Sürgün gecesi Cemal Süreya’nın kaleminden şöyle dökülür : “Bir yük vagonunda açtım gözlerimi/ Bizi bir kamyona doldurdular/ Tüfekli iki erin nezaretinde/ Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular/ Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar/ Tarih öncesi köpekler havlıyordu/ Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, havlamalar, o polisler/ Duyarlığım biraz da o çocuk izlenimleriyle besleniyor belki/ Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü”

Sürgünün altıncı ayında annesin kaybeder. Ağlayıp, sızlamaz, acısı içine oturur. Annesinin ölümü için seneler sonra şunu yazar: “Küçük kalbimdeki kuş ölmüştü” sevdiği her kadında annesini arar, sevdiği her kadın öbür yanıyla annesi olur. Bu arayış “Beni öp sonra doğur beni” şiirinde doruğa çıkar: “Annem çok küçükken öldü/ beni öp sonra doğur beni.”

İlkokula başlamak için İstanbul’a -daha sonra oğluna ismini verecek kadar çok sevdiği- amcası Memo’nun yanına gider. Okula bir yıl geç başlar ama amcası evde ona çoğu şeyi öğretir. Bu durum sınıfta öne çıkmasını sağlasa da ödev yapmayıp tembelliğe alışmasına da sebep olur. Bir yıl sonra babası kardeşlerini de alıp İstanbul’ a gelir, şoförlük yapmaya başlar. Sürgün kararı peşlerindedir. Evleri polis tarafından basılır, dönemin işkenceleriyle ünlü Sansaryan Hanı’nda gözaltında alınıp, ailece yeniden Bilecik e gönderilirler. “Birden yoksullaştık. Babam şoförlük yapıyordu. Bu arada belirteyim, Türkiye’de en genç Sansaryan Han’a düşen yazar benim. Babam İstanbul’a gelmişti, oysa Bilecik’ten ayrılması yasaktı. Bir gece tahta sıranın üzerinde uyuduk. Kadınlar kavga çıkardılar. Ertesi gün jandarma refakatinde sürgün yurdumuz olan  Bilecik’e posta edildik. Ben kaç yaşındaydım? On birin içinde”

Sürgün olmanın acısını hep içinde taşır. Kürt olduğunu özenle saklar. Bir gün okulda, arkadaşlarından biriyle kavga eder, küsüşürler. Araya kim girse barıştıramaz. Sınıfta tam bir kargaşa… Birden öğretmenin sesini duyar: “Kürt damarı tuttu!” Olan olmuştur, başını öne eğer, herkesin bildiğini anlar. Başka bir gün oğlanın biri arkasından “Sümüklü Kürt” diye bağırınca koşa koşa eve gider, çantayı bir yana fırlatır, odaya kapanıp, bütün gün ağlar.

Ailenin yoksullaşması zor günler yaşatır Cemal Süreya’ya. Üzerine üvey annesiyle yaşadığı sorunlar eklenince ev hayatı çekilmez bir hal alır. Parasız yatılı sınavını kazanarak lise öğrenimi için tekrar İstanbul’a gelir. “Sınavı kazandım. Zaten ömrümce parasız yatılı okudum. Ben oradan, o evden kaçtım ama kardeşlerimin derdi hep içimdeydi. Bir gün Bilecik’e kardeşlerimi görmeye gittim, gece vardım. Eve gitmeye çekindim. Cebimde bir lira vardı. Bir bardak aldım. Yorganın üzerine kar yağıyordu. Sabahı bekledim. Sabah eve vardığımda kardeşlerim pencerenin parmaklıklarına tutunmuş içeride ağlıyorlardı, ben dışarıda. Ve beni içeri alamıyorlardı. Çünkü onlara eve kimseyi sokmayacaksınız, ağabeyinizi bile, denmişti. Öyle bir baskı vardı üzerlerinde. Hayır, eve giremezdim geri döndüm”

1954 yılında Mülkiye’nin Maliye ve İktisat bölümüne girer Cemal Süreya. Çalışkanlar gidiyor diye Mülkiye’yi seçtiği halde çalışkanlar grubundan çabuk kopar. Etüt odalarına hiç çıkmaz. Zamanını kantinde geçirenlere katılır. Hala içine kapanık ve çekingendir. Yabancılık duygusu ve yalnızlık mektuplar yazdırır Cemal Süreya’ya. En çok mektubu da kendisine yazar. Çekingenliğin yerini cüret alır bu mektuplarda. Şiirinin beşiği olur, pek çok dizesi bu mektuplarda doğar. Edebiyat çevreleri ile tanışması da bu dönemlere rastlar. Bu çevreden Hasan Basri, Sezai Karakoç gibi dostlar edinir. Onlarla sabah yürüyüşlerine çıkar. “Cebimizden şiir kitapları eksik olmazdı. Sabah Cebeci’den çıkar sokakta okuya okuya yürüyerek Sıhhiye’ye, oradan Ulus’a sonra çember çizip tekrar Cebeci’ye dönerdim. Yürürken okumadığım zamanlarda yüksek sesle konuşurdum. Önceleri delilik sanırdım, meğer değilmiş.” Mülkiye’nin üçüncü sınıfında fakültenin dergisi Kazgan’ı hazırlama görevini üstlenir. “Cemasef” adıyla şiirler, yazılar yayımlar. Ardından; Mülkiye, Yeditepe, Şiir Sanatı dergilerinde kendini gösterir. İlk kitabı “Üvercinka”1958 “ Şubatı’nda çıkar. Bu kitap ardından sayısız tartışma getirir ve Süreya’yı kuşağının en önemli şairlerinden biri yapar.

Edebi yaşamı boyunca en büyük ilham kaynağı kadınlar olmuştur Cemal Süreya’nın, aşkları meşhurdur. Hatta soy ismindeki “y” harfini Üvercinka adlı şiirin esin kaynağı olan ve şiirin yayımlanmasından kısa süre önce ayrıldığı sevgilisi için kaldırdığı söylenir. Güzel kızlar ve aşk, şiiri getirir hep; küçük yaşlarından beri… Orta okulda sınıfın en güzel kızı Seniha’ya âşık olur. Derslerde kızıl saçlı Seniha’yı seyreder. “O zamanlar içinde yaldızlı noktalar olan kırmızı mürekkep vardı. Özel, süslü olsun diye bununla yazıyordum. Kızıl mısralar diye bir şiir yazdım tahtaya. Şöyle başlıyordu: “Seni sevdiğim anda her şeyim kızıl oldu / Masmavi defterime kızıl satırlar doldu.” Bütün okul öğrendi durumu, üst sınıflardan Abdullah Macit gelip uyardı: “Yahu ne yapıyorsun sana komünist derler !” Sonra sözcükler de mürekkebin rengi de değişti: “Seni sevdiğim anda her şeyim yeşil oldu /Masmavi defterime yeşil satırlar doldu.”

Kendi şiirini “güneşten yırtılan caz, kavaldan akan gözyüzü” diye tanımlar Cemal Süreya. Kendi deyimiyle “cins şairdir.” İki adamdır kendi içinde. Biri günlük gazete çıkarmaya planlar, biri on yedi dergi batırmıştır. Biri evliliğe şiiri değil düz yazıyı yakıştırır, biri yanlışını düzeltmek için evlenir. Biri ayda iki yüz elli mektup yazar,  biri senelerce şiir yazmaz. Biri çok çalışkan, biri aylak… Gözleri ağlarken ağzı güler. Ve gerçekten de şairin hayatı şiire dahildir. Ölümünden önce yazdığı son şiiri gibi:

“Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım
Ama ayrıca aldığın şu hayat
Fena değildir
Üstü kalsın”

Biyografi: Cemal Süreya

— Evrim EGE, Ağustos 2010

Yorum Gönder