1960’lar 70’ler Selim İleri’nin deyimiyle “üç Kemal’ler” dönemidir. Kemal Tahir, Yaşar Kemal ve Orhan Kemal. Üslup açısından birbirinden fersah fersah uzakta olan bu kalemler, o dönem okuyucusu tarafından daha da uzaklaştırılır aslında. İlla Yaşar Kemalci, illa Kemal Tahircidir okurlar. Hepsi birden okunamaz mıydı, her bir kalemin keyfi ayrı sürülemez miydi, tartışılır elbette. Biz asıl meselemize, 1910 senesinde dünyaya gelen İsmail Kemalettin Demir’in Kemal Tahir olma hikayesine gelelim.
Hikaye Sultan Abdülhamit’in hediyesi bir konakta başlar. Alaylı bir deniz subayı olan babası Tahir Bey, Sultan’ın hünkar yaverliğini yapmakta iken, yine sarayda hizmet eden Nuriye Hanım ile evlendirilir. 1908 senesinde İttihat ve Terakki Cemiyeti yönetimi ele alana dek mutlu bir hayat sürdüren aile, imparatorluk içindeki çalkantılardan fazlasıyla etkilenir. Tahir Bey, Abdülhamit’e yakınlığından olsa gerek, rütbesi indirilerek emekliye ayrılır. Ailenin en büyük çocuğu İsmail Kemalettin işte bu dönemde dünyaya gelir. Emekliye ayrılan Tahir Bey, Balkan Savaşı’nın patlak vermesiyle tekrar silahaltına alınır, ardından Çanakkale Savaşı’nda yaralanıp cephe gerisine, Nazilli’ye atanır. Aile, savaş yıllarında bir süre Nazilli, Burdur ve Aydın’da kalır. Birinci Dünya Savaşı bitince İstanbul’a dönerler ve eski konaklarına taşınırlar. Bu sırada Galatasaray Sultanisi’ne kaydolan İsmail Kemalettin; önce eğitiminde ve yetişmesinde büyük pay sahibi olan amcasını, ardından kardeşinin doğumunda annesini kaybeder. Bir süre sonra yeni bir hanımla evlenen Tahir Bey’in toplamaya çalıştığı ailesi dağılır ve bu olaylar İsmail Kemalettin’i derinden etkiler. Geçim sıkıntısının peydah olmasıyla önce okulu bırakan sonra da bir avukatın yanında çalışmaya başlayan İsmail Kemalettin, aldığı ücretin yetersizliğinden Zonguldak’a gider, ambarlarda katiplik yapar.
Özetle; saraya mensup bir ailenin, bir imparatorluğun yıkılış döneminin çocuğudur Kemal Tahir. Yıkılışı bizzat ve derinden yaşadığından bu yangına bir ömür çare arar aslında ve o da dönemin çoğu aydını gibi Babıali Yokuşu’na sığınır ilkin. Şiirle adım atar matbuat dünyasına. İlk şiirlerini 1931’de İçtihat’ta yayımlar, sonrasında Yakup Kadri ve Arif Nihat Asya gibi şair ve yazarlarla “Geçit” adlı bir edebiyat dergisi çıkarır. 1934-36 yılları arasında çeşitli dergilerde öyküler yayımlar, takma isimlerle şiirler kaleme alır. Artık Babıali Yokuşu’nda yazar ve şairler arasındaki yerini almıştır Kemal Tahir, geçimini kalemiyle sağlar. Uzun süredir mektuplaştığı öğretmen Fatma İrfan ile de bu dönemde evlenir.
1930’lu yıllar, aynı zamanda Kemal Tahir’in düşünce dünyasının şekillendiği zamanlardır. İçinde bulunduğu çevrenin de etkisiyle şekillenen fikirleri zaman zaman Tahir’i kafa karışıklığına sürükler. Bu zamanlarını eşine yazdığı bir mektupta şöyle anlatır: “Yarım yırtık bilgili kafama birçok, kocaman mesele yığdılar. Kant, Descartes hatta Marks bomboş kafamda koşmaca oynuyor. Demokrasi, Liberalizm, Komünizm, Bolşevizm, Faşizm, Emperyalizm fır dönüyor etrafımda. Gözleri yeni açılan, anadan doğma bir kör gibiyim.”
Takvim 1938’i gösterdiğinde Kemal Tahir; kardeşi Nuri Tahir ve Nazım Hikmet’le “askeri isyana teşvik” suçundan yargılanır ve on üç yıl hapse mahkûm edilir. Çankırı, Malatya, Çorum ve Nevşehir hapishanelerinde 1950’ye kadar sürecek bir mahpusluk dönemi geçirir. Mahpusların deyimiyle “kitaplı casus” bu uzun cezaevi yıllarında sarı defterlere binlerce sayfalık not tutar. Eşine ve Nazım Hikmet’e yüzlerce mektup yazar. Özlemlerini, düşüncelerini, sıkıntılarını; bilhassa yazdıklarını paylaşır bu mektuplarda. Bu sık ve uzun mektuplaşmalarda Nazım Hikmet’in oda arkadaşı Raşit Kemali’nin hikayeleri de tartışılır. Gün gelir, bu hararetli mektuplaşmalarla tartışılan hikayelerin sahibi Raşit Kemali de Orhan Kemal ismiyle edebiyat sahnesinde yerini alır.
Cezasının bitmesine bir yıl kala af yasasıyla tahliye edilir Kemal Tahir. Kardeşi Nuri Tahir’in kendisi için yaptığı tahta bavuldaki binlerce sayfalık notla İstanbul’a döner. Tahliyesi özgürlüğünü vermekle birlikte başka sorunları da beraberinde getirir. Sicilli oluşu iş bulmasını, kitap bastırmasını zorlaştırır. Çaresiz, takma isimlerle tefrika romanlar yazmak, çeviriler yapmak zorunda kalır. Adapte romanlarla geçimini sağlamaya çalışırken on üç yıl heybesinde biriktirdiği ne varsa yavaş yavaş ortaya çıkarır Kemal Tahir. Bunlar, edebi alandaki ilk yapıtlarıdır. Adını duyuracak, sonradan büyük tartışmalar yaratacak düşüncelerini dile getirmek için, 6-7 Eylül olaylarından sonra mahkum edildiği altı aylık cezasını da geçirmesi gerekir. Kemal Tahir, bu son hapislik günlerinin ardından ölümüne kadar sürecek bir okuma, yazma ve düşünme mesaisine girer.
Kemal Tahir yaşarken ürettikleri, söyledikleri hararetle tartışılır; fakat onun gerçeği, uslanmaz ve yorulmaz biçimde arayış çabası çoğu zaman göz ardı edilir. Bu arayış içerisinde, yanlışlara düşmek düşülen yanılgıları fark edince hatadan dönmek gerçeğin peşine düşmek kadar mühim bir meseledir Tahir için. Yakın çevresi, bilhassa söyleşilerini kaleme alan İsmet Bozdağ, Tahir’in hataya düştüğü vakitlerde sık sık, inceden inceye kendine de laf dokundurarak, “yahu gene yanılmışız” dediğini anlatır yazılarında. Bu hususta kendini anlatması için son sözü Kemal Tahir’e bırakmak daha uygun olacak.
“Her sabah açtığın gazete ya da okuduğun bir kitap sayfasında rastladığın bir gerçek, seni o güne kadar bütün öğrendiklerini unutmaya, alfabeye yeniden başlamaya zorluyor ve sen buna razı olamıyorsan; entelektüel değilsin, aydın değilsin hatta namuslu bir okur-yazar bile değilsin.”
Biyografi: Kemal Tahir
— Evrim EGE, Ağustos 2010
Yorum Gönder