Yıl 2009, “Bir de Baktım Yoksun” kitabıyla Yekta Kopan’a bir rafta rastladığım benim adıma en yoğun okumalı yazmalı zamanlar… Ara sıra televizyon ekranlarında gördüğüm, sesine habersizce aşina olduğum, böylesine öyküler yazacağına hiç ihtimal vermediğim, sonraları eski yeni tüm kitaplarına müptela olduğum Yekta Kopan… Satır aralarında “baba”sına yaptığı göndermeleri hayretle fark ettiğim, zaman zaman kendimi bulduğum, bir taraftan da içten içe bu burukluğun sebebini merak ettiğim Yekta Kopan…
Sosyal medyanın ender güzelliklerinden biri işte, Yekta Kopan’ın Can Yayınları’ndan çıkacak kitabı Aile Çay Bahçesi’nden raflara düşmeden haberdar olabildim. Okuyup da o ince ayrıntılar içime işlediğinde de bir şeyler yazmak isterim elbette. Ama o vakte kadar, Radikal Kitap için hazırlanan tanıtım yazısını paylaşmak istiyorum. Birilerini daha onun kaleminden haberdar edebilmek dileğiyle, iyi okumalar…
“Yüzünü unuttuğun birinin sesini duyuyorsun. Sesini unuttuğun birinin yüzünü hatırlıyorsun. Hayat seni bir köşede sıkıştırıyor. Sırlardan oluşan ağaç, yapraklarını dökmeye başlıyor. Yaptığın sıradan iş, olağanüstü bir büyüye dönüşüyor. Bir hedef beliriyor. Aniden.
Yeni bir elbise almak, göz doktoruna gitmek, eski bir okul arkadaşının anne olduğunu öğrenmek, tatile çıkmak, diyete başlamak ya da yeni aşk umuduyla bir adamla buluşmaktan çok farklı bir hedef var önünde artık. Daha güçlü. Ona dokununcaya kadar başka hiçbir rengi görmüyor gözün.
Önce zaman yok oluyor.
Babamla ilgili çok net bir sahne var aklımda.
Okula başladığım yıl. Annemle pasajdaki dükkâna gitmişiz. Kafamı kaldırıp duvarlara, raflara, ışıklı ca-me-kânlara bakıyorum. Her yer saat dolu. Deri kayışlı, altın sarısı, yuvarlak, kare, sarkaçlı, guguklu… Yüreğim yerinden fırlayacak gibi, çok heyecanlanıyorum. Babamın saatleri bunlar. Tıkır tıkır çalışıyor hepsi. Ellerimi çırpmamak için kendimi zor tutuyorum.
Ucunda zincir sallanan bir saat var babamın elinde. Yanıma gelip diz çöküyor, saatin camına işaretparmağıyla vuruyor.
“Bak Müzeyyen,” diyor, “bu kısa olan, saatleri gösteriyor, adı akrep. Bu uzun da dakikaları gösteriyor, o da yelkovan.”
“Niye öyle adları?” diye soruyorum.
“Öyle işte,” diyor babam. Annem elimi bırakmıyor.
“Peki bunun adı ne?” diyorum parmağımın ucuyla nefes nefese koşturan ince çubuğu göstererek.
“O saniyeleri gösteriyor.”
“Onun adı yok mu?”
Kızıyor babam. Bana mı kızıyor, saniye kolunun adını bilemediği için kendine mi kızıyor, belli değil.
“Yok kızım. Saniye kolu o. Adı falan yok.” Doğruluyor çömeldiği yerden, anneme dönüyor. “Gördün mü Meral, bir şey öğreteyim dedim, ettiği lafa bak. Nereden buluyor böyle tuhaf soruları, bilmiyorum ki?”
Başka soru sormuyorum. Uslu bir kızım ben, babamı kızdırmamam gerektiğini biliyorum. Ama gözümü öteki saatlerden, öteki saatlerdeki saniye kollarından alamıyorum. Adı olmayan zavallının dostu olmaya karar veriyorum. Akreple yelkovan kıpırdamaya karar verinceye kadar benim aceleci arkadaşım defalarca dönüyor.
O günden beri diğerlerinin nerede durduklarıyla değil, adsız kahramanımla ilgileniyorum.
Saniye kolu, zamanı öğretmiyor insana. Sadece koşuyor.
O yüzden ne zaman yeni bir hedef belirse hayatımda, karışıyor zaman. Dakikalar, saatler, günler, haftalar, aylar karışıyor. O hedefe ulaşıncaya kadar neyin ne zaman olduğunu bilemez hale geliyorum.
Hangisi daha önce oldu? Markette miydim haber geldiğinde? İş görüşmesine o hafta mı gittim? Ne zaman bindim otobüse, ne zaman indim?
Korkularımızla öldürüyoruz zamanı. Oysa saniye kolu, tüm cesaretiyle koşmaya devam ediyor.”
Yorum Gönder